Ankara bu yıl adeta mevsimlerle inatlaşıyor. Bahar geldi, geliyor derken, gri bulutlar bir türlü şehri terk etmiyor. Herkesin içini ısıtacak bir güneş ışığı, şehre canlılık getirecek ılık rüzgarlar beklense de, Ankara inadına yağmura ve soğuğa teslim olmuş gibi.

Sabahları pencereyi araladığınızda yüzünüze vuran serinlik, günün geri kalanının nasıl geçeceğini peşinen haber veriyor. Caddeler ıslak, kaldırımlar solgun, insanlar yüzlerinde yorgun bir bekleyiş ifadesiyle adımlarını hızlandırıyor. Sanki sadece hava değil, Ankara’nın ruhu da ağırlaşmış. Baharın heyecanı, rengarenk çiçeklerin neşesi, parkların şen kahkahaları başka bir bahara ertelenmiş gibi.

Bu şehir, güneşi gördüğünde canlanan bir şehir oysa. Birden kafeler dolar, kaldırımlar cıvıl cıvıl olur, Kuğulu Park’ta adım atacak yer bulunmaz. Şimdi ise, şemsiyeler birer zorunluluk, yağmurluklar şehir modasının vazgeçilmezi haline gelmiş durumda. Bahar kıyafetleri dolaplardan çıkarıldıysa da, şimdilik dolapların kuytu köşelerinde sabırla beklemek zorunda.

Ankara'nın bu kaprisli havası, sanki şehrin insanına da sirayet etmiş. Kimse ne yapacağını bilemiyor. Piknik planları erteleniyor, yürüyüş hayalleri rafa kaldırılıyor. "Bugün hava açar mı?" umuduyla balkona çıkanlar, aniden bastıran yağmurla yeniden içeri kaçıyor.

Belki de Ankara'nın güzelliği burada saklı. Hiçbir şeyin kesin olmaması, havanın da sürprizlerle dolu olması... Tıpkı hayat gibi. Bazen güneşli, bazen sağanak. Bazen umut dolu, bazen bekleyişle geçen günler. Şu bir gerçek ki, Ankara’da bahar, sadece takvimlerin değişmesiyle gelmiyor. O, şehrin içine işlemiş bir direnişle, bir sabırla, bir umutla geliyor.

Ve Ankaralılar iyi bilir: En güzel güneş, en uzun bekleyişten sonra doğar.