Siyasi tartışmalar neden bu kadar sert? Neden karşıt görüşle temas ettiğimizde ikna olmaktan çok öfkeleniyoruz? Ve neden çoğu zaman “yanılıyor olabilirim” demek, politik alanda neredeyse imkânsız bir erdem hâline geliyor?
Bu soruların yanıtı ideolojilerden çok daha derinde, insan psikolojisinin temel bir ihtiyacında yatıyor: ahlaki olarak iyi biri olma arzusu.
İnsanlar siyasete yalnızca ekonomik çıkarlar, güvenlik kaygıları ya da rasyonel hesaplarla bağlanmaz. Politik tutumlar, çoğu zaman bireyin kendisiyle ilgili kurduğu ahlaki anlatının bir parçasıdır. “Ben kimim?” sorusu ile “neye inanıyorum?” sorusu iç içe geçer. İşte tam bu noktada, siyaset bir fikirler alanı olmaktan çıkar; ahlaki kimliğin sahnesi hâline gelir.
Psikolog Jonathan Haidt’in ortaya koyduğu Ahlaki Temeller Kuramı, bireylerin politik pozisyonlarını farklı ahlaki hassasiyetler üzerinden inşa ettiğini gösterir. Kimi insanlar adalet ve zarar vermeme ekseninde düşünürken, kimileri sadakat, otorite ya da kutsallık gibi değerleri merkeze alır. Ancak hangi ahlaki temelden beslenirse beslensin, neredeyse herkes kendi pozisyonunu “daha ahlaklı” olarak görme eğilimindedir.
Bu eğilim masum bir özsaygı meselesi gibi görünebilir. Oysa siyasal alanda sonuçları son derece yıkıcıdır.
Çünkü ahlaki üstünlük hissi devreye girdiğinde, karşı taraf artık yalnızca “yanlış düşünen” biri değil, ahlaken sorunlu bir figüre dönüşür. Bu noktadan sonra tartışma zemini kaybolur. Karşıt görüşle konuşmak değil, onu teşhir etmek, küçümsemek ya da susturmak makul görülmeye başlanır.
Psikolojide bu duruma güdülenmiş akıl yürütme denir: İnsanlar gerçeği aramak için değil, zaten inandıkları şeyi korumak için düşünür. Kanıtlar değerlendirilmez; seçilir. Bilgi tartılmaz; kimliğe göre süzülür. Çünkü bir politik görüşten vazgeçmek, çoğu zaman bir fikri değil, ahlaki benliği kaybetmek anlamına gelir.
Bu mekanizma, sosyal medyada daha da görünür hâle gelir. Politik “doğrular” yalnızca savunulmaz; sergilenir. Buna ahlaki gösteriş denir: Ahlaki pozisyonu, başkalarının gözünde statü kazanmak için kullanma davranışı. Kimin daha duyarlı, daha adil, daha “doğru tarafta” olduğunu kanıtlama yarışı… Sonuçta siyaset, çözüm üretme alanı olmaktan çıkar; ahlaki performansa dönüşür.
Bu performansın en tehlikeli yanı şudur: Kişi kendini ne kadar ahlaklı hissederse, karşı tarafa uyguladığı sertliği o kadar meşru görür. Hakaret, dışlama, hatta insanlıktan çıkarma bile “iyi amaçlar” adına savunulabilir hâle gelir. Tarih boyunca en büyük siyasal felaketlerin çoğu, tam da bu ahlaki kesinlik duygusuyla beslenmiştir.
Burada kritik bir paradoks vardır: Bilhassa seçim zamanlarında ahlaki duyarlılık arttıkça, empati azalabilir. Çünkü empati, karşımızdakini anlamayı; ahlaki üstünlük ise onu yargılamayı gerektirir. İkisi aynı anda uzun süre var olamaz.
Elbette bu tablo, “hiçbir ahlaki pozisyonumuz olmasın” demek değildir. Aksine, sorun ahlaki değerlerde değil; ahlaki mutlakiyetçilikte yatar. Kendi ahlaki çerçevemizin sınırlı, bağlamsal
ve insanî olduğunu kabul edemediğimiz anda, siyaset kaçınılmaz olarak bir savaş alanına dönüşür.
Belki de bugün siyasal olgunluğun en nadir ama en gerekli biçimi şudur:
Kendi görüşünü savunurken bile, ahlaken yanılıyor olabileceğini kabul edebilmek.
Bu, zayıflık değil; psikolojik dayanıklılıktır. Çünkü ahlaki benliğini mutlak doğrulara değil, öğrenmeye ve sorgulamaya dayandıran bireyler, siyaseti bir kimlik mücadelesi olmaktan çıkarıp yeniden ortak bir yaşam arayışına dönüştürebilir.
Siyasetin bu kadar sert, bu kadar kutuplaştırıcı olduğu bir çağda belki de sormamız gereken temel soru şudur:
Haklı olmak mı istiyoruz, yoksa birlikte yaşayabilmek mi?
Çoğu zaman bu ikisi aynı şey değildir.