Geçtiğimiz günlerde, aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışırken, kaldırım kenarında zorlanan yaşlı bir amcaya denk geldim. Bastonuna yaslanmış, her adımını dikkatle atan, ama yine de güçlük çeken biriydi. İçgüdüsel bir hareketle yanına gittim, "İsterseniz koluma girin" dedim. Hafifçe gülümsedi, "Olur evladım" dedi ve birlikte yürümeye başladık.
İşte o birkaç dakikalık yürüyüş, bana saatlerce düşündürecek bir şeyler bıraktı.
Amca, teşekkür ederken bir yandan da hikâyesini anlatmaya başladı. Gençliğinde buralarda nasıl koştuğunu, şimdi ise birkaç adımın bile nasıl büyük bir çaba istediğini... Kendi hayatımdaki telaşı düşündüm. Hep bir yere yetişmeye çalışıyor, hep bir şeyleri tamamlamaya uğraşıyorum. Ama varmaya çalıştığım yerin tam olarak neresi olduğunu çoğu zaman bilmiyorum.
Yaşam dediğimiz şey, bir yere yetişme yarışı mıydı gerçekten? Yoksa önemli olan, yavaşladığımız anlarda yanımızdakilere bir el uzatabilmek miydi?
O amcanın minnetle dolu bakışı, belki de son zamanlarda yüzümde eksik kalan bir duyguyu hatırlattı: Şefkati. Ne zaman bu kadar aceleci olduk? Ne zaman sokakta yürürken birbirimize görünmez olduk? Kendi dünyamıza o kadar kapanmışız ki, bazen yanımızdakinin varlığını bile fark edemiyoruz.
Birkaç adımlık bir yol, bana yılların dersini verdi. Hayat, sadece hızla akıp giden günlerden ibaret değil. Bazen durup başkalarının hikâyelerine ortak olmak, kendi hikâyemizi de tamamlıyor.
Yaşamı sorgulamak için büyük olaylar beklemeye gerek yokmuş meğer. Bazen bir bastonun titrek gölgesi, insanın içinde derin bir sarsıntı yaratabiliyormuş.
O gün fark ettim: Hayat sadece varmak değil, bazen yolda karşılaştıklarımızı anlamakmış.