Korku, hayatın kaçınılmaz bir parçası. Ama mesele ondan kaçmak değil, onunla yaşamayı öğrenmek. Gerçek cesaret, bazen titreyerek de olsa yola devam edebilmektir.
Ben bu ülkeye, Ankara’ya, bundan tam otuz yıl önce geldim. Bir valiz, birkaç kelime Türkçe ve içimde bilmediğim bir yerin korkusu vardı. O zamanlar her şey yabancıydı; sokaklar, yemek kokuları, insanların bakışı... Ama en çok kendimden korkuyordum aslında. Nereye ait olacağımı, tutunup tutunamayacağımı, bir gün gerçekten “burada” hissedip hissetmeyeceğimi bilmiyordum.
Otuz yıl geçti. Şimdi bu şehirde yürürken taşların yerini bilirim, kimin hangi dükkânda neyi sattığını, hangi sokakta çay daha sıcak içilir onu da... Ama korkular kaybolmadı. Sadece şekil değiştirdi. Belki artık yeni bir ülkeye gelmekten değil ama sevdiğim birini kaybetmekten, alıştığım düzenin bozulmasından, gelecek denen belirsizlikten korkuyorum.
Geçen gün metroda genç bir kadın gördüm. Yüzünde öyle bir tedirginlik vardı ki, sanki her an bir şey olacakmış gibi bakıyordu etrafa. Cüzdanını mı arıyordu, bir mesaj mı bekliyordu bilmiyorum. Ama tanıdım o ifadeyi. O, korkunun yüzüydü. Ve dedim ki kendi kendime: “Hepimiz aynı şeyi taşıyoruz aslında, yalnızca farklı ceplerimizde.”
Korku, insanın doğasında var. Kimi onu bastırır, kimi üzerine konuşur. Ama hepimiz bir şekilde taşırız. Son yıllarda daha da ağırlaştı bu yük. Ekonomi zor, dünya gergin, haberler sanki her gün biraz daha içimizi sıkıyor. Eskiden sokakta tanımadığın birine “Kolay gelsin” demek içimizi ısıtırdı. Şimdi herkesin aklı başka yerde, yüzler gergin, kimse kolay kolay tebessüm etmiyor.
Ama şunu da öğrendim: Korkmak, zayıflık değil. Aksine, yaşadığının işaretidir. Korkuyorsan, hâlâ bir şeylere değer veriyorsun demektir. Hâlâ bir ihtimal için bekliyorsun, bir güzellik için dua ediyorsun belki. Korku seni durdurmak zorunda değil. Onu al, yanına oturt, konuş onunla. Ben öyle yapıyorum bazen. “Neden geldin yine?” diyorum. Bazen cevap veriyor: “Kendini unutuyorsun,” diyor. Bazen susuyor. Ama orada olduğunu bilmek bile yeter bazen.