Gazetecilik, sadece haber aktarmak değil, toplumun vicdanı olabilme cesaretidir. Zor sorular sormak, iktidarları rahatsız etme pahasına hakikatin peşinden gitmektir. Bugün Türkiye’de bu mesleği icra etmeye çalışan herkes bilir: Gerçeği söylemenin bedeli vardır. Fatih Altaylı'nın tutuklanması, bu bedelin ne kadar ağırlaşabileceğini bir kez daha gösterdi bize.
Altaylı, yalnızca sert üslubu ve eleştirel bakışıyla değil, yıllar boyunca kamuoyunda tartışma yaratan dosyalarla da dikkat çekmiş bir gazeteci. Fikirlerine katılmak ya da katılmamak elbette herkesin hakkı. Ancak onu susturmak –hem de bir YouTube yayınında söyledikleri gerekçe gösterilerek– ifade özgürlüğüyle bağdaşmayan bir gölge yaratıyor.
“Düşünce özgürlüğü var ama...” ile başlayan cümlelerin ülkesi olmaya çoktan alıştık. Ancak ne zaman bir gazeteci, bir sanatçı, bir yurttaş eleştirdiği için yargı önüne çıkarılsa, şu soru hep orta yerde asılı kalıyor: Neyi eleştirmek serbesttir? Ve daha da önemlisi, kim eleştirilmez?
Söz konusu yayın içeriği "hakaret" veya "tehdit" sınırlarını aşıyor olabilir mi? Tartışılabilir. Ancak bu tür iddialar tutuklama gibi en ağır tedbirlerle değil, demokratik bir hukuk sistemine uygun biçimde yargı önünde değerlendirilmelidir. “Gazetecilik perdesi arkasına saklanmak” ifadesi ise, aslında bu mesleği topyekûn şüpheli görmekten başka bir şey değildir.
Altaylı'nın tutuklanması, sadece bir kişiyi hedef almakla kalmaz; geri kalanlara da “sus” mesajı verir. Bu, medya için karanlık bir iklimin daha da koyulaştığını gösteriyor. Bugün Altaylı'yı susturursunuz, yarın başkasını... Ama hakikati, kimsenin kaleminden tamamen silemezsiniz.
Bir ülkenin sağlıklı kalabilmesi, eleştiriye ne kadar tahammül edebildiğiyle ölçülür. Unutmayalım: Suskun bir toplum, baskının gölgesinde yaşar ama asla özgürleşemez.