(ANKARA) - DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, 19 Mart operasyonlarının ardından döviz kurunu dengede tutmak için yakılan rezervlere ilişkin "Cumhurbaşkanı siyasi rakiplerini tek tek eleyebilsin diye mi biriktirmişler bu dövizi? Bir 50 milyar dolar İmamoğlu için biriktirildiyse bir 50 milyar dolar da bundan sonra ortaya çıkabilecek başka bir isim için mi biriktiriliyor? Bu, Sayın Erdoğan'ın kendi eliyle çıkarttığı bir kriz" dedi.
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, T24'ten gazeteci Cansu Çamlıbel'in sorularını yanıtladı. Babacan; iktidarın ekonomi yönetimi, 19 Mart operasyonları, "Terörsüz Türkiye" süreci, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti'ye ilişkin soruları yanıtladı.
Merkez Bankası'nın altın cinsinden borçlanmasının yanlış olduğunu belirten Babacan, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in “Aslında cari açığımız yok, altın hariç cari açık fazlamız var” açıklamasına ilişkin soruya şu yanıtı verdi:
"Sayın Şimşek'in söylediği teknik olarak doğru. Ama cari hesabın aritmetiğinde altın vardır. Her ülke altını da katarak hesaplar bunu. Merkez Bankası eskisi kadar şeffaf değil ama bütün dünyada merkez bankaları da gittikçe dolar yerine altına dönen bir rezerv politikası da uyguluyor. Yani zaman içerisinde bizim Merkez Bankası da altına biraz ağırlık verdi. Ama Hazine’de tuttu, altın cinsinden borçlandı. Şimdi tabii bu daha önce hiç yapmadığımız bir şeydi. Hazine’nin altın cinsinden borçlanması diye bir şey yoktu daha önce. Bunu yapıyorsanız, altın fiyatları bu kadar yükselince, bunun devlete maliyeti epey pahalı olacak. İç piyasada döviz cinsinden borçlanıyorlar. Hazine’nin mutlaka bağımsız olması ve risk yönetimiyle çalışması lazım.
“Merkez Bankası’na karşılıksız para bastırıp ödettiler”
Babacan, ekonomi yönetiminin KKM uygulamasını da şöyle eleştirdi:
"Rahmetli Özal'ın gençlere vasiyetle, 'Aman bir daha ülkenin başını böyle büyük dertlere sokmayın' dediği Kur Korumalı Mevduatı (KKM) getirdiler tekrar. Cevdet Yılmaz ile Mehmet Şimşek ekonomi yönetimine geldiklerinden beridir de yine bundan kurtulmaya çalışıyorlar. Ama o kadar büyük bir rakam ki, azalttılar azalttılar hala kurtulamadılar. Geçen sene sadece KKM için ödedikleri kur farkı 800 milyar lira. Hazine’de para olmadığı için de bunun tamamını Merkez Bankası'na karşılıksız para bastırıp ödettiler. Cevdet Yılmaz ve Mehmet Şimşek'ten önce Hazine’den de ödeniyordu, Merkez Bankası'ndan da karşılıksız para bastırıyordu. Fakat daha sonra baktılar ki bütçede para sıfırlandı artık Hazine’den hiç ödememeye başladılar. Devletin, Hazine’nin, Merkez Bankası'nın risk yönetimi anlayışı bitti. Böyle bir şey yok artık. Maksat tamamen günü kurtarmak. Altın cinsinden borçlanma gibi şeyler çok yanlış işler, yapmamaları lazım arkadaşların."
“19 Mart’tan bugüne yakılan toplam rezerv, 2023 seçimlerinden beri toplananın kabaca yarısı”
Babacan, 19 Mart operasyonlarının ardından döviz kurunu dengede tutmak için 60 milyara yakın rezerv yakmasına ilişkin şunları söyledi:
"17 Mart'tan bugüne bilebildiğimiz kadarıyla 57 milyar dolar. Çünkü Merkez Bankası şeffaf değil ya artık açıklamıyor ne kadar sattığını, ancak dolaylı hesaplarla bulabiliyoruz. Son açıklanan dolaylı tablolardan çıkarttığımız kadarıyla 57 milyara ulaştı. Herhalde yarıya yakındır kabaca. Bu rezerv meselesinin bir net, bir brüt boyutu var. Bir de Merkez Bankası'nın net döviz pozisyonu var. Bir zamanlar Merkez Bankası’nın net döviz pozisyonu -65'e kadar düşmüştü. Şu an net döviz pozisyonu 0'a yakın noktalarda dolaşıyor.
-65’e kadar yolu var mıdır? Cumhurbaşkanı siyasi rakiplerini tek tek eleyebilsin diye mi biriktirmişler bu dövizi? Bir 50 milyar dolar İmamoğlu için biriktirildiyse bir 50 milyar dolar da bundan sonra ortaya çıkabilecek başka bir isim için mi biriktiriliyor? Bu, Sayın Erdoğan'ın kendi eliyle çıkarttığı bir kriz. Dışarıdan gelen bir şok falan değil. Bu tam olarak şuna benziyor; karşıdan düşman gelebilir diye tedbir olarak savaş geminiz var, topunuz var, topu karşıya çevirmiş bekliyorsunuz. Erdoğan ne yaptı? Topu aşağı çevirip attı ve kendi gemisinin altını kendisi deldi. Cephanesini gemisini korumak için değil kendi gemisini delmek için kullandı. Şimdi neden o gemi su alıyor?"
"AK Parti seçmeninin en az yarısı da İmamoğlu’na bu yapılanın doğru olmadığını düşünüyor"
CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile CHP'li ilçe belediye başkanları ve İBB bürokratlarının tutuklanmasına AK Parti tabanında da tepki olduğunu belirten Babacan, tutuklamalarla ilgili şu yorumu yaptı:
"Bakın bu sadece para meselesi değil. Bugün monarşiler bile halka rağmen, geniş kitlelere rağmen bir şey yapmaktan çekinirler. Türkiye'den çok daha otoriterleşmiş rejimlerde bile yönetim geniş kitlelerin nabzını tutmak zorunda. Krallar bile, en otoriter liderler bile geniş halk kitlelerine rağmen bir şey yapmaktan çekinirler. O uzattıkları ve dokuz gün yaptıkları bayram tatilinde partideki çalışma arkadaşlarım Türkiye genelinde nabız tuttular. Onlardan gelen raporlar ve Nisan ayında yapılan araştırmalar şunu gösterdi; AK Parti seçmeninin en az yarısı da İmamoğlu’na bu yapılanın doğru olmadığını düşünüyor. AK Parti seçmeninin en az yarısı 'Ya bu kadar da olmaz ki' diyor. Kendi seçmenine, kendi tabanına rağmen bu işi ileriye götürmek çok kolay değil. Allah korusun bizim coğrafyada çok kötü örnekler var. Otoriter liderlerin nasıl sonlandığına dair çok kötü örnekler var. Dolayısıyla toplumun nabzı önemlidir. Eğer ülkenin petrol ve gaz parası varsa, o parayı da böyle insanlara biraz dağıtıyorsa, 'Hiç olmazsa geçiniyoruz' diyorsa insanlar, o zaman otoriterliğin biraz daha sürdürebilirliği oluyor. Türkiye'de o yok ama. Öyle bir kolaycılık yok.
“Yolsuzluk ve hukuksuzluk benim AK Parti’den ayrılmamın kök sebepleri”
AK Parti'den ayrılık sürecine dair de bilgiler veren Babacan, ayrılığın ana sebeplerini olarak yolsuzluk ve hukuksuzluk olarak belirtti. 2013-2015 yılları arasında Merkez Bankası'na dokundurtmamaya çalıştığını belirten Babacan, şunları söyledi:
"Eğer mesele temiz yönetimse, mesele demokrasiyse, mesele hukuksa o konular zaten benim AK Parti’den ayrılma sebebim. Bakın, kimse bana 'git' demedi. Biz öyle ihraç edilmedik. Ben kendim ayrıldım. Ve Erdoğan bana ısrarla 'kal' dedi. Kendisinin ne kadar ısrar ettiğini de ben ayrıldıktan sonra bir uçak sohbetinde gazetecilere kendi anlattı, 'Şu görevi teklif ettim istemedi, bunu teklif ettim, istemedi' diyerek. Ben ayrılacağımı ona net olarak herkesten önce açıkladım, ilk benden duydu. 2019 yerel seçimleri dönemiydi, gittim dedim ki; 'Ben sessizce ve mümkün olan en az zararı verecek şekilde ayrılacağım. Ondan sonra ayrı bir çalışma başlatacağız. Bunu dışarıdan, sağdan, soldan duymayın, ben size anlatıyorum.' Baş başa konuştuk. Bu konuşmadan sonra da ben aynı ona önceden anlattığım şekilde deklare ettim ayrıldığımı. Yani bizim sürecimiz çok farklı işledi. Ali Babacan ve DEVA süreci çok farklı işledi. Oradan ayrılmamın kök sebepleri var. Yolsuzlukla mücadelede sağlam bir duruş ortaya koyulmaması ve hukuksuzluk.
Bu işler merkezi hükümette de belediyelerde de yaygınlaşınca ve bunlara karşı göz göre göre hiçbir şey yapılmayınca ayrılık kaçınılmaz oldu ki o süreçlerde biz yanlışları düzeltmek için de çaba gösterdik ama olmadı. Ben 2013-2015 arasında başbakan yardımcılığımın son iki yılı neredeyse tamamen ben bu konulara ayrıldım. 'Avrupa Birliği'nin kamu ihale yasasını getirelim, uygulayalım. Şu imar rantlarıyla ilgili düzenlemeler yapalım. Siyasi etik yasasını çıkaralım' dedik. Hala hepsinin metinleri, yasa tasarıları duruyor orada. Benim ayrılmamın kök sebepleri buralardadır. Biz bağımsız kurumlara müdahale olmasın diye mücadele ettik. Ben Merkez Bankası'na Ağustos 2015’e kadar asla dokundurtmadım. Çok saldırdılar, nüfuz edemediler, Merkez Bankası'na kimse dokunamadı. Şimdi durum ne? 'Bağımsızlık falan ben anlamam. Siyasi sorumluluk bende, ben talimat vereceğim, yapacaklar' diyor. Buralarda anlaşamıyoruz yani. Ayrılmamın kök sebepleri ortadayken, nasıl olur da tekrar yollar kesişebilir?"
“Biz çözüm sürecine ilk baştan destek verdik, devlet yönetme tecrübesi olunca meseleyi anlıyorsunuz”
Babacan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin Meclis'in açılışında DEM Parti sıralarına selam vermesiyle kamuoyunda gündem olan "Terörsüz Türkiye" süreciyle ilgili şu değerlendirmeleri yaptı:
"1 Ekim’de Bahçeli’nin başlattığı sürece biz en başından destek verdik. Hatta daha o zaman Cumhurbaşkanının gündeminde ne kadar var onu da bilmiyorduk. Bazıları şöyle düşündü muhalefetten; 'PKK silah bırakıyor, feshediyor kendini. Bu acayip prim yaptırır Erdoğan'a. Dolayısıyla biz buna karşı çıkalım.' Klasik muhalefet refleksi bu. Oysa biz başından itibaren 'Kim prim yapacaksa yapsın Allah aşkına, yeter ki memleketin bu sorunu çözülsün, çok önemli' dedik. Direkt destek verdik.
DEM Parti ve İmralı heyeti bunun iletişimini yaptı. DEM heyeti meseleyi başta anlayamayan muhalefetin bunu anlamasına yardımcı oldu. Rahmetli Sırrı Süreyya, Ahmet Türk ve Pervin Hanım, daha sonra DEM Eş Genel Başkanları muhalefet turları yaptı biliyorsunuz. Muhalefet de meseleyi biraz daha anlamış oldu ve onlar da farklı farklı aşamalarda, desteklerini nihayetinde verdiler. Ama biz ilk gün destek verdik çünkü devlet yönetme tecrübesi olunca anlıyorsunuz meseleyi. Bu tecrübe olmadığı için diğer muhalefet partileri geç uyandılar ama sonunda neredeyse herkes destekledi. İyi de oldu.
“Öcalan’ın söyledikleri benim beş yıldır söylediklerimle yüzde 80 örtüşüyor”
Benim beş yıldır PKK ile ilgili söylediklerime bakın, bir de Öcalan'ın 27 Şubat açılamasına bakın. Öcalan’ın söyledikleri benim beş yıldır söylediklerimle yüzde 80 örtüşüyor. 'Artık federasyon talebi yok, bugüne uymuyor. Zamanında belki bir dava vardı ama artık o şartlar değişti. Türkiye değişti' diyor. Şimdi PKK fesih kararını da açıkladığına göre artık dönüp diğer hatta da bakmak gerekecek. Hak ve özgürlük meselesinde çok önemli bir sürecin başlaması lazım. Bu, PKK'nın kendini feshetmesiyle ilgili sürece 'Barış Süreci' deniyor artık. ‘Barış’ kelimesini iktidar bile kullanmaya başladı. Eskiden yasak kelimeydi.
Risk var mı? Var. Her an sıkıntı çıkabilir mi? Çıkabilir. Gelip birileri buna engel olabilir mi? Olabilir. Erdoğan birdenbire döner, vazgeçebilir mi? Vazgeçebilir. Bu risklerin hepsi var. Ama biz sorumluluk bilinciyle muhalefet yapıyoruz. Farklı bir şey bizim yaptığımız. Tabii bunun anlaşılması o kadar kolay olmayabilir dışarıdan bakıldığında ama biz bu ülkeyi seviyoruz ve düzgün bir şey yapıyorlarsa destekliyoruz."
“Mutlak güç mutlaka yozlaştırır”
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2028'deki genel seçimlerde aday olup olamayacağına ilişkin tartışmaları değerlendiren Babacan, ne AK Parti tüzüğü açısından ne de anayasal açıdan Erdoğan'ın yeniden aday olamayacağına dikkat çekerek, şunları söyledi:
"Tayyip Erdoğan'ın ve Ali Babacan'ın da imzasıyla kurulan AK Parti’nin o gün açıklanan parti tüzüğünde üç dönem kuralı vardı. Niye o kuralı koyduk biz? Bakın Daron Acemoğlu ve arkadaşları bu konuyla Nobel İktisat Ödülü aldı. Zaten bilinmeyen bir şey değildi ama onlar bilimsel olarak ispat etmişler, altını doldurmuşlar. Devletin yönetme gücü uzun süre bir kişi tarafından kullanıldığında o güç zehirliyor, yozlaştırıyor. 'Mutlak güç mutlaka yozlaştırır' diye bir söz de var biliyorsunuz. Biz AK Parti’nin kuruluşunda bu noktadan hareketle üç dönem kuralını koymuştuk. Anayasa'ya göre 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi Erdoğan’ın ilk dönemdir, 2018 seçimleri ikinci dönemdir, 2023 seçimleri de üçüncü dönemdir. Ana muhalefet YSK’ya o dilekçeyi vermedi ama biz verdik ve 'Bu üçüncü dönemdir' dedik. Yani sayı saymayı biliyorsak üçüncü dönemdir. YSK açıklama yaptı, dedi ki; 'Yok 2017'de anayasa değişti, kilometreyi sıfırladık. 2017'den sonra 2018 seçimleri Erdoğan birinci dönemdir. İkinci dönem aday olma hakkı vardır' dedi. Ama bizim sorumluluğumuz o dilekçeyi vermekti.
Dolayısıyla ister AK Parti'nin kuruluşu açısından bakın, isterseniz anayasa açısından bakın, isterseniz evrensel yönetim ilkeleri açısından bakın, şu anda Erdoğan'ın yapması gereken artık kendinden sonrasıyla ilgili düzgün, düzenli bir değişimi hazırlamaktır. Türkiye'de demokrasinin önünü açmaktır. Ve evet, 20 küsur yıllık iktidarının belki ilk 10 yılında iyi şeyler yapmış, son 10-15 yılında büyük hatalar yapmış bir liderdir. Ama eninde sonunda görevi bırakıp kendinden sonrasında Türkiye demokrasisinin önünü açmış bir lider olarak iz bırakmasını ben kendisi için de daha sağlıklı bir yöntem olarak görürüm. Bu bizim tavsiyemiz. Kendisi sağken, hatta sıhhati de yerindeyken, kendinden sonrası güçlü bir demokrasiye sahip bir Türkiye'nin önünü açmak. Böyle bir şey yaparsa tarih yazılırken kendisi için 'İkinci 10 yılda demokrasiden uzaklaşıldı, hukuktan uzaklaşıldı, kötü şeyler oldu. Ama nihayetinde ülkede düzenli bir görev değişimi, düzenli, tertipli yani sıhhatli bir Cumhurbaşkanlığı değişiminin de önünü açtı, demokrasinin önünü açtı.' Benim kendisine tavsiyem bunu yapmasıdır."